DOST TAVSİYESİ

Name:
Location: İzmir, Türkiye

Still human...

Sunday, February 01, 2009

Bir İstanbul Hatırası

Bugün, yağmurlu bir İstanbul sabahına uyanmıştım. Biraz huzursuz, biraz canım sıkkın, aklımda memleket meseleleri, zar zor bir iki lokma kahvaltı edip dışarı çıktım. Elbette şemsiyemi almamıştım, çünkü İstanbul'u her şeyiyle ve elbette yağmuruyla, çamuruyla seviyordum. Tek bir amacım vardı; bir an önce bu ıssız ve ıslak ara sokakları aşıp Fenerbahçe sahiline ulaşmak ve beyaz köpüklü dalgaları seyretmek. Belki dedim, dudaklarıma tadını bırakan yağmur suyuna karışmış, tuzlu deniz bana eski İstanbul'u hatırlatır. Sakin, huzurlu, hırçın, insanların kendi yaşam kavgalarını yaşadığı, hayaller kurulabilen eski İstanbul. Bu şehir'de doğalı 28 yıl olmuştu ve bugün uyandığımda sanki o 28 yılı başka bir şehirde geçirmiş gibi özlüyordum İstanbul'u. Sonunda Fenerbahçe sahiline vardığımda, belkide aklımda sadece bu düşüncelerin olmasını diliyordum fakat yolda karşılaştığım insanların gözlerindeki endişe, korku ve ümitsizlik bana, "ne oldu?" dedirtiyordu. Ne olduda bu 5-10 yıl içerisinde bu kadar kötüye gittik? Şimdi bu yağmur sanki bu öfkeden köpürmüş denize değil de yüreği kan ağlayan onlarca yurttaşımla birlikte göğe geri akıyordu. Sanki isyan ediyordu, hayır böyle olmamalı, ben böyle bir vatan istemiyorum diyordu ve yıllardır denize, toprağa verdiklerini geri alıyordu.

Sahildeki ıslak banklardan birine oturdum. Az ötede şemsiyelerinin altına gizlenmiş sevgilileri fark etmemiştim bile. Biraz huzursuz, biraz canım sıkkın, aklımda memleket meseleleri vardı. Yeni yetme tarihçilerin siyasetçi, yeni yetme siyasetçilerin tarihçi olduğu bir ülke istemiyordum. O ülkeye ya da bu ülkeye benzemek veya daha da beteri yarıştıkları cahillikte, hurafede, kula kulluk etmede, haram zıkkım yemede onların çok ötesine gitmek istemiyordum. Kafamda hiç delinmeyecek bir anayasa, yüreğimde tüm şehit ve gazilerimiz için bir cennet ve ulusunu, bayrağını, dinini ve özgürlüğünü ve elbette zincirlere vurulmamış, hiçbir zümre ya da tarikata teslim edilmemiş hür vicdanlar için kocaman bir ülke vardı. Elbette arkadaşlarım, dostlarım, tanıdığım ve tanımadığım tüm genç yurttaşlar vardı ve şu an sahili döven, öfkeden deliye dönmüş bu azgın dalgalar gibi hep aynı soruyu soruyorlardı. "Bizler nerede hata yaptık?" Bu öylesine bir soruydu ki, bu soruyu sormak için bile çok geç kalmaktan korkuyorduk. İşte bu yüzden; savaşmaktan bıkan o yorgun gözler, eskinin ümitlerle dolu tüm kırgın gençleri, kendini tam da şu anda , korkusuzca bu dalgalara bırakabilirdi. Neden temel ülke siyasetinden uzak tutulmuştuk, unutmuştuk. Neden sanki yarın ölecekmişcesine bir çaresizliğe kapılıp kendimizi içki sofralarında, ıssız kafelerde, arkadaş ortamlarında ve sevgili kollarında unutur olmuştuk ve hatta unuttuğumuzu unutmuştuk. Okumak, ama suya ya da sevgiye susamışçasına okumak neden bu kadar ağır ve imkansız geliyordu, unutmuştuk. Siyaseti adeta bir zengin zümre yaratma zanaati yapma yarışmasına sokmuştukta biz bu siyasetin neresindeyiz, sorgulamayı unutmuştuk. Eskiden ne sadece beyaz vardı ne de siyah, biz artık ak ile karayı karıştırır ama bir türlü zihnimizde harmanlayamaz olmuştuk. Yeni bir tarih yazacağımıza, eskinin defterlerini teker teker yeniden açıp kahvehane tarihçilerine geleceğimizi teslim eder olmuştuk. Şimdi ise karşımda durup seyrettiğim ve zor durumda güvendiği yalancı denizfeneri yüzünden kayalıklara vurup batmış tekneler, gemiler, gemicikler adeta ibret olmak için zamana ve dalgalara direniyordu.

İşte tam bu üzüntülerle, yağmur mu yoksa memleketimin gözyaşları mı olduğuna tam karar veremediğim yanaklarımın, gözlerimin ıslaklığını silerken, aniden büyük bir dalganın kıyıya attığı ya da bu çalkantılı denizin hışmından usanmış ve doğasını reddeden bir balığın beton kıyıdaki çırpınışlarına gözüm ilişti. Bir türlü alışamıyordu bu saf oksijen dolu acayip ortama ve çırpınıyordu belkide öleceğini bile bile. Kim bilir, belki peşinden başka balıklar da gelirdi ve böylece geride hiçbir balık kalmayınca anlardı o deniz, öfkesinin ne denli anlamsız ve boş olduğunu.

Herşey ileriye gitmek için elbette. Geride kalan yıllar sadece ders alınması gereken ninelerimizin, anadolumuzun masalları gibi olmalı ve elbette bizleri titretmeli bir daha aynı hatalara düşmemek için. Peki ama dünya hakkında hiçbir şey bilmezken, ulema bizim yerimize düşünüp karar verirken, gazeteler manşet manşet anasının ak sütü gibi saf ve temiz evlatlarını idama mahkum ederken, gençlerimiz bu güzel ülkenin geleceğini düşünmez ve harekete geçmezken, susarken, susturulurken, değerlerimiz ve kırmızı çizgilerimiz küçük çıkarlarının mahkumu kirli ellerin tersiyle bir tarafa itilirken, tüm kavramlarımızın içi boşaltılıp ters yüz edilirken, nasıl özgür olacağız, nasıl ileriye gideceğiz? Nasıl ki; şeyhlerin, sahte halifelerin, ulemanın paçasına yapışarak memleket kurtarılamazsa, içki alemlerinde kendini unutup, şarkılar eşliğinde atıp tutarak da bu memleketi kurtaramazsınız. Son 6-7 senede sahte halifelerin ve CIA hizmetkarlarının çıkan 20 kitabına karşılık sadece 1-2 vatanseverin kitabı çıktıysa ve bu aziz yurttaşlar, yani sizler, yani bizler bundan ancak bu kadar az etkilenebildiysek bu elbette okumayı sevmeyişimizden. Fakat bunun bir maharet olduğunu zannetmeyin çünkü okumamaya devam edersek ya geri gitmeye devam edeceğiz ya da en fazla yerimizde sayacağız.

Yine aynı baş ağrısı... Eskiden olsa böyle olmazdı. Eve dönüp biraz uyusam diyorum acaba geçer mi, acaba uyanır mıyım bu korkunç düşten? Nasıl bilebilirim ki okumadan, görmeden? Sanırım artık sadece bir kaç kişi kaldı; yağmurda ıslanmaktan korkmayan, itaat etmeyen. Yoksa bu ıslak caddeler bu kadar ıssız ve kasvetli olmazdı...

Tuesday, July 01, 2008

CHP ve MHP'nin YAPTIĞI MUHALEFET Mİ?

Muhalefet olmak öyle kolay değil. Hele ki CHP gibi partinizdeki tüm fikir adamlarını, tüm yenilikçileri, tüm yetenekleri ve tüm özgür beyinleri tasfiye edip, geriye sadece BAYKAL şakşakçılarını, hık deyicilerini bırakırsanız elbette muhalefetin m’sinden söz edemezsiniz. Çünkü artık içi boşaltılmış bir partisinizdir, mecburiyetlerin partisisinizdir. Peki ya MHP’ye ne diyeceksiniz. Hani “köylü kurnazı” derler ya işte o zihniyetle iştahlarını kabartan AKP oylarını acaba kapabilir miyiz düşüncesi, insanı isyan ettiren AKP yanlışlarına körü körüne destek çıkmaları, Cumhuriyet’e sahip çıkmaları için kendilerini iktidara getirenlere sırtlarını dönmeleri, her çıkışlarının ucuz politik söylemler içermesi, bırakın muhalefet yapmayı adeta kendi kuyularını kazan yeteneksiz bir yönetime sahip olduklarını açıkça göstermektedir. Hâlbuki Türkiye sevdalısı olduğunu iddia eden bir partinin bu derece ucuz siyaset üretmesi ayıp değil midir? Bu mu vatanseverlik? Yazık, hem de çok yazık…
Son bir ay içerisinde e-postama; Şeyh Sait’i ve Çerkez Ethem’i öven, yaptıkları yanlışları mazur göstermeye çalışan, aslında Türkiye düşmanlarına şuursuzca hizmet eden bu sivri zekâlıları aklamaya çalışan yazılar geldi. Ardından ABD himayesinde yaşayan korkak Feto’nun affedilmesi de belki bu hainlerin ekmeğine yağ sürme fırsatını doğurmuştur. ABD hükümetinden Yeşil Kart almaya bile layık görülmeyen bu kukla, o anlaşılmaz Türkçesiyle aklı sıra kendini savunmuş ama söylediklerini kimse anlamadığından, belki yine o meşhur ağlama krizlerinden birine tutulmuştur.
İşte burada tekrar ortaya çıkıyor ki; bir şekilde halk yardakçısı olmayan, yepyeni, ulusalcı, devrimci, çözüm üretebilen, dağıtıcı değil toplayıcı bir partinin kurulması ve harekete geçmesi zamanıdır. Zaman kendin için değil, gerçekten bu ülke için, aydınlık günler için çalışacak, öz denetime sahip bir partinin kurulup harekete geçme zamanıdır. Bu ülke parayla değil özveriyle kurtarıldı ve kuruldu. Biraz cesaret beyler. Sözüm biraz da sırf vergi affı için, sırf maliye soruşturmasından kaçmak için, sırf biraz daha fazla para kazanabilmek için hükümetle kol kola gezen Doğan Yayın Holding’e, Türkcell’e, NTV’ye… Yazıklar olsun size…
Kendine demokrat, kendine özgürlükçü AKP’nin hesapsız kitapsız laflar etmediğini de hesaba katalım, çünkü adımlarını ne kadar dikkatli attıkları, hedeflerini kesin koyup onu gerçekleştirdikleri ortada. Ayrıca elinde büyük bir ekonomik güç olan Feto’cu ve dinci (dindar değil!) cemaatin Türkiye’de insanları satın alarak neler başarabildiğini görürseniz, Türkiye düşmanı odakların ve Ilımlı İslam aşığı Amerika’nın daha neler başarabileceğini hayal edebilirsiniz sanırım.
İşte bu noktada muhalefet partisi olmayan bir Türkiye’de muhalefetin görevini üstlenen, düşünce üreten sayılı vatanseverlerin, gazetecilerin, düşünce adamlarının acımasızca durdurulması gasp edilmesi durumun ne kadar acil olduğunun kanıtıdır. Adı gibi milli olması gereken MİT, Fetocular tarafından ele mi geçirilmiştir, ya da güvendiğimiz, saydığımız, sevdiğimiz polisimiz AKP’nin polisi mi olmuştur? Bunu Türkiye aşığı hiç kimse kabul edemez etmemelidir. AKP’nin konuşmaları neden dinlenmiyor, bağlantılarının peşine düşülmüyor? Neden sadece laikliğe sahip çıkanlar dinleniyor? Bu gaflet değildir de nedir?
Devletin bütün kurumları dinci cemaatlerin hain emellerine hizmet ederken, medya ele geçirilmişken, sivil toplum örgütleri susturulmuşken, hukukun üstünlüğü ortadan kaldırılmışken, halk susup AKP’ye sessiz sedasız teslim mi olacak?
Allah aşkına biraz akıl!! Yoksa çok geç olacak…

Friday, December 07, 2007

Banka Kredisi Alırken Dikkat Edilecek Noktalar

  • Arkadaşlar, lütfen 2 kere düşünün ve kendi çıkarınız için yapmanız gereken herşeyi banka görevlisine gerekirse yüksek sesle ve tavrınızdan taviz vermeden söyleyin.
  • Hiçbir şeyi zamana bırakmayın, yapılması gereken için zamanında başvurun ve yapın. Türkiye'de pek çok yasa bankaları korumaya yönelik olduğundan en büyük kozunuzun hesap kapatmak ve kredi kartı kapatmak olduğunu aklınızda tutun. Bu konuda sonuna kadar baskı yapabilirsiniz ve isteklerinizi kabul ettirebilirsiniz.
  • Unutmayınki hiçbir banka en ufak bir hatanızda gözünüzün yaşına bakmayacaktır. Siz niye bağışlayıcı olacakmışsınız ki?
  • Tüm bankaların faizlerini araştırmadan kesinlikle kredi almayın.
  • Kredi sözleşmenizin örneğini mutlaka isteyin ve alın. Tek dayanak noktanız o olacaktır. Ona gözünüz gibi bakın.
  • Pek çok banka dosya parasını faiz puanları ile oynarken ayarlama aracı olarak kullanır. Bu yüzden düşük faizli diye hemen sevinmeyin ne kadar masraf alıyorlar, ne kadar dosya parası kesiyorlar öğrenin. Bazı bankalar bu paraları almayabiliyorlarda.
  • Bazen düşen faizle birlikte çektiğiniz krediyi başka bankalara transfer etmek isteyebilirsiniz. En büyük üçkağıt ise tam bu noktada erken kapatma cezası! ya da parası adı altında yapılmaktadır. Yani banka sizden bu parayı, ister 2 ayda ister 12 ayda ödeyin faiz almaktadır. Sözleşmenizde böyle bir olasılığa karşı önleminizi alın, sonra kimseye sinirlenip kızmayın. Sözleşmeye imza atmadan önce çıkartılmasını ya da belirlenmesini istediğiniz maddeleri çekinmeden söyleyin. Siz imzayı attıktan sonra bütün yasalar bankalardan yana. Hükümet bankalardan yana. Gerekirse sözleşme şartlarını düşünmek için 1-2 saat ya da 1-2 gün süre isteyin. Sonra kimse size süre falan vermeyecektir!
  • Diyelimki kredi çektiniz; kolaylık olsun diye o bankadan sakın ama sakın bankamatik kartı veya kredi kartı çıkartmayın. Bu size yıllık ekstra masraf olarak geri dönecektir! Açtığınız bu hesapları kapatana kadar canınız çıkabilir. Bunun yerine internet üzerinden çok düşük ücretlerle (50Kuruş ile 2ytl arasında) EFT yapın başınız ağrımaz ya da Posta çeki ile ödeyin (bu işlem online olarak PTT'den ve hızla yapılabilmektedir) ya da üşenmeyin ve gidip kendiniz yatırın.
  • Ellerindeki size yönelik en büyük tehtid; bankalar arası kurulun kara listesine adınızı göndermektir ama inanın hiçbir aklı başında banka potansiyel müşterisini sistem dışına atamaz. Yoksa kimi yolacaklar, kimden para kazanacaklar. O yüzden benim için hava hoş diyerek gülüp geçin böyle tehtidlere. En fazla 4-5 yıllık bir yaptırımı var ama inanın Türkiye pazarını çökertecek böyle bir sistemi delecek yani size kredi verecek bir banka elbet çıkacaktır :)
  • Son sözüm şu: Bir bankadan kredi alırken veya hesap açtırırken 2 kere düşünün ve sözleşmeyi mutlaka okuyup ona göre karar verin, açıkta kalan boşluklara çizgi çektirmeyi de unutmayın.
Sağlıklı ve mutlu bir yaşam sizinle olsun...

Thursday, May 31, 2007

Böbrek Taşı Olanlara Öneriler:

Eğer böbrek taşı düşürüyorsanız kimse bunun sıkıntısını sizden daha iyi bilemez. Bu durumun tekrarlamaması veya mevcut taşınızı büyütmemek için işte doktorların önerileri:

1)
Kola, kahve, hazırkahve gibi ürünleri mümkünse tüketmeyin ( kendinize hakim olamıyorsanız arkasından bol su için ).
2) Bira sanılanın aksine böbrekleri yorar ve pH dengesini bozar, özellikle siyah biradan uzak durun. (Yerine şarap içebilirsiniz)
3) Günde en az 2 litre su tüketin, 1.5 saatten fazla susuz kalmamaya çalışın.
4) Marul gibi yeşillikleri diyetinize çok fazla katmayın.
5) Limon veya limonata taş dökmenize yardımcı olur, bol bol tüketin.
6) Kuruyemiş, çikolata, baharat çok tüketiyortsanız azaltın.
7) Diyetinizin tek yönlü değil dengeli olmasına özen gösterin.
8) Haftada 2-3 fincan ıhlamur için.

Wednesday, May 09, 2007

Efendi Bir Kediye Dair...

Geçen gün tanıştık kendisiyle... Dar, bozuk bir yolda hızlı adımlarla yürüyor, bir yandan da yol üzerindeki çeşitli engelleri kazasız belasız atlatmaya çalışıyordum... Tam köşebaşını döndüğümde aniden ilişmişti gözüme... Azıcık pasaklı ama efendi mi efendi sihay-beyaz bir kedi... Önünde durduğu dükkan bir kasap değildi... o zaman ciğercinin kedisi olamazdı bu efendi kedi... peki kimdi, neden o dükkanın önündeydi? Herneyse geçip gitmiştim selamımı vererek, ne de olsa efendiydi, alınabilirdi. Gün yarın olduğunda ise ne hikmettir yolum yine efendi kedinin olduğu sokağa düşmüştü... Ve yine tam o dükkanın önünde, çömelmiş, bağdaş kurmuş, kuyruğunu efendice toplamış yoldan gelip geçen teyzeleri amcaları seyrediyor, tanıdıklarıyla selamlaşıyordu... Bense şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım... O kadar kedi görmüştüm şimdiye dek ama böylesine garip olanını, evet garip olanını görmemiştim... Bir an aklıma küçüklüğümde okuduğum "Alice Harikalar Diyarında" adlı hikayedeki kedi geldi... O da en az bunun kadar garipti... Ben yine hızlı hızlı geçtim gittim yanından ve elbette selam vermeyi de unutmadım... Ertesi gün bu sefer bilinçli olarak o sokağı tercih etmiştim... Köşeyi döndüm vee... Yine aynı yerde oturuyordu efendi kedi... Yahu bu hiç mi kıpırdamıyor diye düşündüm ister istemez... Bir de fark ettim ki oturduğu yerin altında yoldan yüksekte gelip geçenleri rahat rahat seyretmesini sağlayan bir beton yükseltisi var, zaten bu sokakta herşey bir garip diye düşündüm... hata bende... iyice baktım hem sağa hem sola, ıı hiç kasap falan yok.. Bu efendi kedi belliki başka bir sebeple seviyor bu sokağı... Ben burada doğdum burada öleceğim der gibi.. Bakalım ilerleyen günlerde neler olacak neler görüp öğreneceğim bu efendi kedi hakkında... Öğrendikçede sizinle paylaşacağım elbette... Görseniz pek sevimli pek muhlis... Allah nazarlardan saklasın :)

STATÜ ENDİŞESİ

"Bize düşüncelerimiz şekil verir; düşündüğümüz şey oluruz. Zihin kötülüklerden arındığında, neşe, asla terk etmeyecek bir gölge gibi onu takip eder."
İnsan yaşamındaki en büyük endişelerden biridir statü. Birisi bize sen şusun dediğinde hemen ona dönüşeceğimizi sanarız, adeta yapıştırılabilen bir etikettir statü. Kimi zaman en yakın arkadaşımıza bile statümüzü hatırlatma gereği duyarız; ben falancayı tanıyorum, filanca ile yemek yemişliğimiz vardır veya bilmem kaçıncı göbekten akrabamdır. Zihni bu statü endişesinden kurtarmak gerçekten zordur ve çoğu insan statüsüz bir yaşamın varolamayacağına inanır. Hava atmak dediğimiz şey de aslında tam olarak buradan gelir çünkü insanlara ispat etmek isteriz; "bakın ben sizin sandığınız kişi değilim, ben çok çok mükemmel, kusursuz biriyim." Statü endişesi ile kavrulan bir insan için hayat kapkara bulutlarla kaplı bir mutsuzluklar ülkesidir, her anında nereden geldiği belli olmayan bir yıldırımın üzerine düşmesinden korkar, çünkü statü etiketi istenildiği gibi yapıştırılıp çıkarılabilir. Böyle bir çölde hiç bir canlı yaşamak istemez. Öyleyse ne bekliyorsunuz! Bir kerecik olsun kurtulmayı deneyin ondan ve varolmanın dayanılmaz hafifliğini tadın. Neşelenin biraz...

Sonsuzluk ve Huzur

Merak ediyorum acaba sonsuzluk neden huzur duygusunu canlandırır içimde... Bırakamıyorum işte, ne düşünmeyi ne de kendimi yok saymayı... Zavallı ben... Zaman Helenistik bilmem kaçıncı yüzyıl değilki... Geride kaldı o yıllar... Sen sonsuzluğa karışmış bir zamana özlemle yaşayamazsın. Mutlak bilgiye sadece düşünce deneyleriyle ulaşamazsın. Zavallı ben... Ne de kolay olurdu öyle değil mi? Hem zaman olsam hem de sonsuzluk. Halbuki, zaman da karşı bilgiye, sonsuzluk denilen o şekilsiz ucube de... Apaçık karartırlar tüm evreni bilerek... Araki bulasın birini... Huzur ve sonsuzluk ya da sonsuzluk ve huzur... Sanki ne diye savaşmazlar kendi aralarında hangimiz öncül olacağız hengimiz hangimize koşut. İşlerine gelmediğinden belki de... Belki de benim mutlak bilgiye ulaşmamdan korktukları için... Artık kaosu arzular oldum, gerçeği orada arar... Ama kaosta aslında sonsuzluk ve huzur... Sadece çerçevenin dışına taşmalı biraz ya da fazlaca içine girmeli... Kaçış yoksa kendimden belkide herşeyden vazgeçmeli... Bırak işte peşimi eyyy huzur denen illet. Çünkü sen sonsuzluksun benim gerçeğim değil... Mutlak bilgi sende değil... Gölge etme artık bana, güneşte kurumaya hasret dudaklarıma... Ve bırak, bırakta artık fısıldayayım sessizce... Aşkı, sevgiyi, vefayı ve şevkati ve sadakati ve güveni... Çünkü onlar sonsuzluk değil... Huzur, hiç değil...

Blog nedir?

Cuma cuma kafama takıldı; blog nedir? Belki, ne değildirle başlarsam ne olduğunu ortaya çıkartırım dedim, çünkü bu bilimsel bir yaklaşım. Nede olsa bir şekilde bir yerlerden başlamak lazım. Örneğin blog başkalarının yazdıklarından alıntı değildir, çünkü kişiseldir. E-posta ile gönderilen iletilerin özel bir sebep olmadan yayınlandığı bir yer de değildir blog. Önemli olan kişisel birşeyler katıp farklı olmaktır, yapılmışları tekrar etmek değil. Bu bakımdan bu sitedeki blog yazarlarının gerçekten de bir bilinçle hareket ettiğini söylemek zor, en azından büyük bir çoğunluğun bu şekilde olduğu daha başlıklarından (eğer varsa) ya da ilk cümlelerinden anlaşılıyor. Çünkü blog yazıları beğenilme kaygısının gölgesi altında ezilmez, ezilmemelidir. Blog yazarının tek amacı kendini ifade etmektir, başka bir kimliğe bürünmek değil... Belki de bu apolitikleştirilmiş, geleceğine yön vermekten uzaklaştırılmış, hayattan soğutulmuş bir gençliğin çığlıklarıdır, kim bilir... Üzülmemek elde değil.